27 Haziran 2014 Cuma

NEDEN FARKLIYIM...

Hiç lafı dolandırmadan son söylenmesi gerekeni ilk söyleyeyim.

“ÇÜNKÜ BEN BU HAYATTA HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”…

Bu cümlenin tam anlamını sadece benim gibiler kavrayabilirler. Ben şimdi dilim döndüğü, kalemim izin verdiğince ne demek istediğimi tüm grup üyelerine açıklamaya çalışacağım.

Genetik fiziksel özelliklerimden dolayı spor yapmak üzere bu dünyaya gelmiş olduğuma inanıyorum. İlkokul ikinci sınıftayken annem ile babam boşandılar ve biz annem ile anneannemin evine taşınmak zorunda kaldık. Yanılmıyorsam sene 1973 veya 74; zamanın koşullarını düşünün. Çok uzatmayayım, geçim sıkıntısı, ilgisiz bir baba, huzursuz bir aile ortamı vs. vs…

Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuyan ve sadece bazı hafta sonları görebildiğim benden 10 yaş büyük ağabeyim basketbol oynuyordu. Şimdi sadece 60 liraya satın alınabilen, o dönem bütün gençlerin hayallerini süsleyen servet değerindeki bez Converse ayakkabıları, orlon örme formaları ve birlikte çok eğlendiği takım arkadaşlarıyla rüya gibi bir hayat yaşıyordu. Sanki dünyanın en mutlu, en yüce insanıydı. Tek amacım vardı, O’nun gibi olabilmek…

8 yaşındayken bir yaz günü Kızıltoprak’ta yaşadığımız anneannemin evinden kaçtım ve bisikletimle 300 metre mesafedeki Fenerbahçe Dereağzı Tesislerine gittim. Açık hava sahasında yapılan antrenmanları seyretmeyi hayal ediyordum. O yıllarda spor salonu falan yoktu, yaz kış hep açık havada antrenman yapılırdı. Yağmur dindiği zaman saha süpürülür ve küçük su birikintilerine girmeden dribbling yapmaya çalışılırdı, tabi oynayacak top bulabilirsek... En şanslı takımlar beton sahalarının üzerinde sundurma olanlardı. Lapa lapa kar yağarken açık havada antrenman yapardık. Galatasaray’ı tutuyordum ama içimdeki basketbol oynama tutkusu her şeyin üzerindeydi. Fenerbahçe minik takımının antrenmana başlamak üzere olduğunu gördüm. Oyuncuların tümü benden 3-4 yaş büyük ve daha iriydi ama benden uzun olanı yoktu. Takımın başındaki sakallı adamı gözüme kestirdim, daha önce ağabeyim ve arkadaşlarından adını duymuştum, Faruk diye birisiydi. Faruk Akagün’ün yanına gidip “ben de oynamak istiyorum” dedim. İlk basketbol antrenmanımı Fenerbahçe’de yaptım. Zaten üçüncü antrenmana Galatasaray forması ile gittiğim için takımdan kovuldum…

Annemin gayretleri ve fedakarlıkları sonucunda Saint – Joseph Fransız Erkek Lisesi sınavını kazandım. Okulda spor yapmak zorunluydu. Voleybol takımımız dünya şampiyonu olmuştu. Beni hemen voleybol takımına almak istediler. İtiraz ettim basketbol takımına girmek istediğimi söyledim. Voleybol antrenörü beni her basket oynarken gördüğünde topumu alıp çakısıyla patlatırdı ve beni voleybol oynamaya zorlardı.

Yılmadım, Raf marka ayakkabılarımla, Kupa marka topumla beton zeminin üzerinde milyarlarca dribbling yaptım, milyonlarca şut attım… Ayaklarımın altında kalın nasır tabakaları oluşmuştu. İlk Çin Kes ayakkabılarımı ayağıma giydiğim zaman kendimi bulutların üzerinde yürüyormuş gibi hissettim. Derslerim etkilendiği için annem basketbol oynamamı istemiyordu, az sopa yemedim top oynuyorum diye… Küçükler kategorisinde Milli Takım yoktu ama 13 yaşında Yıldız Milli Takıma seçildim. Takımın en genç oyuncusuydum. Annemin karşısına geçtim ve artık direnmemesini söyledim. Yapacak bir şey kalmamıştı, tüm engellemelere rağmen kendi çabamla Milli Takıma seçilmeyi başarmıştım… İlk bez Converse’lerime kavuştuğum günün gecesinde ayakkabılarım yastığımın atlında uyumuştum. O pis kauçuk kokusu hala burnumda; leylak olsa, zambak olsa bu kadar güzel kokmazdı… Bir de Voit marka topum vardı, artık bu hayatta daha fazla ne isteyebilirdim ki?

Şimdi kendimizi paralıyoruz çocuklarımız spor yapsın diye. Dünyanın parasını harcıyoruz, en güzel tesislere götürüyoruz, ayakkabının gazlısı, yaylısı, ışıklısı hatta tekerleklisi bile var artık. Dünya finalinin oynandığı topun aynısı markette satılıyor. Tabletin, telefonun haddi hesabı yok, birini bırakıp diğerini alıyorlar. Televizyon milyon kanal, filmler 8 boyutlu, ne bileyim işte, bizim hayal bile etmeye aklımızın ermediği her şeye çocuklarımız kolayca sahip oldular…

Neden mi yaptım bu uzun girişi, benim şartlarımla şimdikilerin şartlarının arasındaki farkı vurgulamak için… Evde bulamadığım huzur ortamını basketbol sahalarında bulur olmuştum. Her geçen gün daha iyi oynuyordum, insanlar beni alkışlıyorlardı, özgüvenim gelişiyordu.

Çatal bıçak tutmasını, toplum içinde hareket etmesini, kızlara nasıl yaklaşmam gerektiğini, kısacası bir çocuğun ailesinden öğrenmesi gereken her şeyi ben basketbol ailesinde öğrendim.

“BEN BU HAYATTA HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”, derken sakın maddi çıkarımlar gelmesin aklınıza. Evet spordan çok para kazandım. Normal bir orta seviye çalışanın ömür boyu kazanamayacağı paraları ben bir iki senede kazandım. Sonra ne mi oldu? Bir trafik kazası geçirdim tüm servetimi hayatta kalabilmek ve tekrar yürüyebilmek için harcadım, hatta üzerine borçlandım. Bugün kalem tuttuğum sağ elimin tekrar yerine dikilmesi 14 saat sürdü. Bedenim bir puzzle’ın parçaları gibi yeniden birleştirildi. Yıllarca yoksulluk çektim sonra tekrar para kazandım, sonra 5 Nisan kararları ile herkes gibi ben de battım, sonra tekrar çok kazandım, sonra deprem oldu bir daha battım, sonra yine kazandım vs. vs…

Hepimiz bir şekilde geçimimizi sağlıyoruz; paradır bu, gelir de, gider de, hiç belli olmaz… Sağlıklı yaşadığım her dakikaya şükrederim. Bir dost sofrasında iki kadeh parlatabilecek durumdaysam, eşim, çocuklarım yanımdaysa değmeyin keyfime...

Bence en önemli şey insanın temel karakterinin şartlara göre değişiklik göstermemesidir. Elbette her olaya ve her kişiye aynı tepkileri veremeyiz, bazen gönlümüz kayar ama temel hep aynı olmalıdır, temeli olmayan her şey yıkılmaya mahkumdur.

Evet, basketbol ailesi ve Saint – Joseph orta okulunda aldığım eğitim beni bugünkü ben yaptı. Gençlik hamurum içinde karakterimin yoğurulması ve şekillenmesi aşamasında hayatıma giren bu unsurlara bir de Galatasaray eklendi. Benim temel karakterimdeki felsefe, ahlak ve davranışlarımın özü bu üç olguya dayanır. Sevenim de vardır sevmeyenim de… Sevilmek konusunda hiç çaba sarf etmedim, dedim ya gönüldür bu ota da konar boka da… Seven sever, sevmeyenin canı sağ olsun… Hatta ben sevilmeyi pek sevmem, genelde insanları uzak tutarım kendimden… Benim için diğer önemli konu saygıdır… Hayatım boyunca hep saygın işlere imza atmak ve insanlar üzerinde saygı uyandırmak istedim.

“BEN HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”, sadece evimi, arabamı, eşimi, dostumu değil; ben canımı, kanımı, tüm benliğimi spora borçluyum…

Evet, ben hobi olarak sporla ilgilenenlerden çok farklıyım, çünkü siz sporu hayatınızdan çıkartsanız bile size hiçbir şey olmaz ama hayatımda spor olmadan ben var olamam. Spor benim için hobi değil çok ciddi bir iştir. Çizgilerin arasında işimi yapmak için hep ölümüne mücadele ettim. Şu anda çizgilerin dışındayım ama misyonum daha büyük. Şimdi çizgilerin içinde bulunanlara uğrunda ölümüne mücadele etmeleri için en yüksek hedef, amaç ve değerleri göstermekle görevliyim. Bir de onları izleyenler var, izleyenlere de en üst düzey ve en hakkaniyetli keyifleri yaşatmalıyız ki desteklerini bizden esirgemesinler…

Biz Türk Sporunu temizlemek için buradayız, birilerine üstünlük taslamak için değil. Hep söylüyorum hepimiz aynı gemideyiz.

Cihat LEVENT

14 Nisan 2014 Pazartesi

HAKEM HAFIZASI VE GALATASARAY - FENERBAHÇE BASKETBOL AVRUPA KADINLAR FİNALİ

Öncelikle Avrupa Şampiyonu Galatasaray Basketbol Kadın Takımını ve başta Coach Ekrem memnun olmak üzere tüm kadroyu kutlamak gerek.

Fenerbahçe'nin de hakkını yemeyelim, tek bir maç kaybederek Avrupa ikincisi oldular. Dünyanın bir numaralı ezeli rekabetini Avrupa finaline taşıyarak Türk Milletinin göğsünü kabarttılar.

Maç ile ilgili teknik yorumları basından takip ediyoruz. Fenerbahçe'nin daha geniş bir kadroya sahip olduğu, Galatasaray oyuncularının daha uzun süre alarak oynadığı, final maçına yorgun çıktıkları, bu yüzden önce açılan farkın sonra eridiğini ve tabi kenar yönetimde Galatasaray'ın ağır bastığını herkes döne döne anlatıyor.

Kimse bu maçın Türkiye Ligi değil de Avrupa Ligi maçı olduğunun ve maçın yabancı hakemler tarafından yönetildiğinin farkında bile değil. Sakın yanlış anlamayın Avrupa hakemleri Türk hakemlerinden daha iyi maç yönetiyorlar Galatasaray bu yüzden kazandı demek istemiyorum. Avrupa hakemlerinin Türk takımlarına dair hakem hafızaları olmadığı için maç çok daha rahat ve sorunsuz oynandı. Bir hakem ne kadar tarafsız olursa olsun daha önce bir çok kez maçını yönettiği oyuncuların hareketleri bilinç altına kazınır ve benzer hareketler gördüğü zaman düdüğü otomatik olarak çalar. Örneğin bacakları çabuk olmayan bir oyuncu savunma yaparken rakibinin elindeki topa doğru elini kolunu uzatmayı alışkanlık haline getirmişse ve hakem bu huyunu ezbere biliyorsa faul düdüğünü çok daha kolay çalar.

Galatasaray ve Fenerbahçe maçlarını sezon boyunca yöneten Türk hakemlerin hafızalarından dolayı yanılma ihtimalleri daha fazladır. İki takımın denk kuvvetler olduğunu bildikleri için ara açıldığı zaman tedirgin olup kontrollerini kaybedebilirler, ya da pozisyonların gereği bir takım lehine daha fazla düdük çalarlarsa eleştirilme baskısıyla panikleyip istemsiz de olsa telafi düdükleri çalabilirler. Bütün sezon diyalog halinde oldukları, aynı dili konuştukları oyuncu ve antrenörlerin baskısı da işin cabasıdır. Bu bahsettiklerim yabancı hakemler için hiç bir negatif etki yaratmaz, yabancı hakem dikkatle pozisyonu izleyip doğru gördüğünü çalmaya çalışır. Eğer işini beceremezse FIBA bir daha üst düzey maç ataması yapmaz olur biter.

Bu sene iki Avrupa finalisti de bizim ülkemizden çıktı. Pekiyi ama seneye ne olacak. Seneye Fenerbahçe yine ilk dörde girecek ama Galatasaray orada olmayacak. Neden mi? Fenerbahçe bu kadar yaklaşıp kupayı ikinci defa kaybettiği için daha da hırslanacak, kupayı almayı gurur meselesi yapacak. Galatasaray oyuncuları ise Avrupa Şampiyonu olmanın verdiği öz güvenle fiyat yükseltecekler. Herkes bu sene aldığından daha fazla para isteyecek. Bütçe beklenen rakamların çok üzerine çıkacağı için kulüp bu paraları ödeyemeyecek. İstediklerini alamayan oyuncular kırgınlık yaşayacaklar. Bir bölümü diğer takımlara transfer olacak, kalanlar da bu sene gösterdikleri performansı yakalayamayacaklar... Bir kupayı korumak onu kazanmaktan çok daha zordur.

Bir diğer dikkat edilmesi gereken konu ise sahadaki yabancı oyuncu sayısı. Fenerbahçe 7, Galatasaray 4 yabancı oyuncu ile sahadaydı. Galatasaray maçı Türk oyuncuları ile kazandı... Bahar, Şebnem ve Işıl takımlarını kupaya taşıyan isimler oldu. Bundan ders çıkartmak gerekiyor. UEFA Kupasını kazanan Galatasaray Futbol Takımının Türk oyunculardan oluşan 8 kişilik iskeletinin yarı finalde Brezilya Milli Takımına 2-1 kaybederek Dünya üçüncüsü olduğunu unutmayın.

Uzun lafın kısası başarının devamı ve en büyük kupaları kazanmak için altyapımızı sağlam tutmak zorundayız...

12 Nisan 2014 Cumartesi

AT, AVRAT, SİLAH

1965 doğumluyum, yaşı bana yakın olanlar gayet iyi hatırlar, 1980’li yıllara kadar tribünlerde ne şiddet vardı ne de küfür…

Sonra ilk şifreli kanal kuruldu ve yayın hakları kulüplerin en ciddi gelir kaynakları arasında yer almaya başladı. Derken Avrupa kupalarına katılan kulüplere UEFA’nın ödediği paralar astronomik boyutlara ulaştı. Kulüpler dernek gibi yönetilirken zaman içinde holdingleşmeye başladılar. Tam bu süreçte birkaç deli kuyuya taş attı… “Rakibimiz yurtdışında kazandıkça ekonomik olarak güçleniyor ve sonra da bu maddi gücü yurtiçi rekabette kullanıyor, o yüzden yabancı takımlarla oynadıkları zaman bile biz ezeli rakibimiz olan Türk takımlarını değil yabancı takımları tutuyoruz” kıvamında söylemler ekranlarda uçuşmaya başladı. “Düpedüz vatan hainliği” veya “spor ruhu ve ahlakına uygun değil, centilmence değil” diyenler oldu ama üzüm üzüme baka baka karardı. Aklıselim açıklamalar her geçen gün cılızlaştı ve sonunda fanatizm naralarından başka bir şey duyamaz olduk.

Benim aklım hala almıyor, sahada maç yapan iki takımdan birisinin göğsünde ay-yıldız var ve sen bir Türk olarak diğer takımı tutuyorsun. Ben o ay-yıldızı yıllarca göğsünde gururla taşımış bir vatan evladı olarak, böyle tipleri gördükçe utanç duyuyorum.

Ezeli rakipler yurtdışında başarılı olamasa, ülke puanı yükselmese Avrupa kupalarına bu kadar çok Türk takımı katılabilir miydi? Neden bir de ezeli rakiplerinizin yurtdışı başarıları sayesinde kendi kasanıza giren paraların hesabını yapmıyorsunuz? Çünkü bazılarının işine gelmiyor… Takımına yürekten bağlı olan taraftarı sömürmek ve kandırmak maharet gibi gösteriliyor.

Gündemde bir şike meselesi var ki değmeyin gitsin. Her kafadan bir ses çıkıyor… Herkes bir yorum getiriyor, taraftarlar arası gerilim kullanılarak spor üzerinden politika yapılıyor. Bana sorarsanız son durum çok basit. Fenerbahçe’nin şike yapıp yapmadığının artık hiçbir önemi kalmadı çünkü şike kararı veren Özel Yetkili Mahkemeler artık yok. Hukukçu değilim, yasal prosedürü bilemem ama kamuoyu vicdanı göz önüne alınırsa bugün geçerli olmayan mahkemelerin dün verdikleri kararlar da geçerli olamaz.

Şike, doping ve şiddet; sporun üç ana düşmanıdır. Bu üç illetten birisine karışanın en sert biçimde cezalandırılması gerektiğine canı gönülden inanıyorum. Babamın oğlu olsa tanımam, cezası neyse çeksin. Hem sadece şahıslarla da iş bitmez, o yönetimi seçen genel kuruldur; o sporcuyu, antrenörü veya idareciyi transfer eden ise genel kurul tarafından kulübü temsile yetkili kılınmış olan yönetim kurulu üyeleridir. Yani yönetimlerde yer alan şahısların yaptıkları hata kulüp tarafından yapılmış anlamına gelir. Bu durumda suç işleyen şahıslarla beraber mensubu oldukları kulüpler de ceza almayı hak ederler.

Gelelim Aziz Yıldırım’ın durumuna, suç işlediyse cezasını çeksin ama herkes gibi O da adil yargılanmayı hak ediyor. Kapatılan mahkemelerin mantıksız ve tutarsız iddianameleri ile verilen cezalar demokratik bir cumhuriyetin temelinden sarsılmasına neden oluyor. Türk insanı enteresandır, dış güçler saldırmadıkça birlik beraberliğe pek önem vermeyiz. Direkt olarak şahsımızı ilgilendirmeyen konularda sosyal sorumluluk almaya pek sıcak bakmayız. Düşünün tarihte kurulmuş olan 16 Türk devletinin tamamı içeriden yıkılmış. Sınıra dayanıp bir Türk devletini yıkabilen düşman yok tarihte… Dikkat edin tarih tekerrürden ibarettir aynı zokayı tekrar yutmak üzereyiz. Bu tezime karşın son günlerde Türk Milletinin daha da enteresan bir tavrını gözlemliyorum. Derler ya ”AT, AVRAT, SİLAH” namustur Türk insanı için… Modernleşmenin sonucu olarak atların yerini otomobiller aldı, hem de hiçbir değerleri yok, binlerce lira ödeyerek almamıza rağmen sokağa park edip gidiyoruz. Silah desen artık ruhsata bağlı ve günlük medeni hayatta kullanımı anlamsız. Avrat meselesine gelince değer yargıları hala titizlikle korunuyor ama ne oldu biliyor musunuz? Artık avrattan bile önemli bir aidiyet kavramı var Türk Milleti için… “AİDİYET”…

Evet yanlış okumadınız, sporseverliğin yerini alan aidiyet duygusu artık Türk halkının yeni namus kavramı… “TARAFTARLIK” her şeyden önce geliyor. Ekonomi, eğitim, çevrecilik gibi hayati konuları önemsemeyen hatta fikir bile sahibi olmayan insanların taraftarı oldukları kulüp ile ilgili en ufak bir nahoş mesele vuku bulsa herkes top yekun göğsünü siper etmeye hazır. 3 Temmuz süreciyle birlikte öyle bir dalga yayılmaya başlandı ki adeta taraftarların namusuna göz dikildi. Şike varsa ispat edersin verirsin cezasını olur biter. Şike tek taraflı yapılamaz, iki tarafın anlaşmasıyla olur. Anlaşan tarafları sağlam delilleriyle çıkartırsın kanunun önüne gereğini yaparsın. Kamu vicdanı rahatlamadıkça istediğiniz kadar kanun çıkartın, istediğiniz yönetmelikleri yazın hiçbir işe yaramaz.

Bilinçsiz ezeli rakipler “Fenerbahçe küme düşsün” diye yaygara yapıyor olabilir veya fanatik Fenerbahçe taraftarları “biz şike yapmadık” diye kendilerini savunuyor olabilirler. Bir düşünsenize ezeli rakibinizin olmadığı bir lig kime keyif verir ki? Sakın yanlış anlamayın birileri şike yapsa bile ligden küme düşme olmasın demiyorum. Sadece kendinizi rakibin yerine koyup empati yapın veya başka bir deyişle aynı belanın sizin başınıza geldiğini düşünün. O zaman kendinizi nasıl hissederdiniz?

Diğer takımların taraftarları darılmasınlar ama hemen hemen her sporseverin üç büyüklerden birisine sempati duyduğudur.

Bırakın dalaşmayı, gün birlik olma günüdür. Yoksa kardeş kardeşe kırdırılacak… Sporun dini, dili, ırkı, olmaz. Spor kitleseldir, spor evrenseldir. Size haksızlık edilmesini istemiyorsanız, rakibinize de haksızlık yapılmasına engel olmanız gerekir. Yoksa bir gün sıra size gelir, hiçbir şey yapamazsınız; yalancı çoban misali yapayalnız kalırsınız. Kanarya, Kartal, Aslan, Fırtına, Kafkaf, Gözgöz ve diğerleri kenetlenin, sporunuza sahip çıkın…

“At, Avrat, Silah” tan sonra hayatımıza giren yeni namus kavramımıza el uzatılmasına izin vermeyin!!! Bu konuda hassas olun… Temiz spor Türk Halkının namusudur!!!

11 Mart 2014 Salı

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Biraz önce metroya binerken türbanlı bir genç kızın İstanbul Kartında yeterli para yoktu. Turnike güvenlik görevlisi engellilere ayrılmıs olan kapıyı açıp "buradan geç, bir daha ki sefere metroya binerken kartını iki defa bas" dedi. Bence olması gereken budur arada sırada iyi niyet çerçevesinde insanlar yardımlaşmalıdır ama tabi ki bazı şartları var.

1-) Genç kız bir dahaki metro seyahatinde kartını iki kez basarsa,

2-) Güvenlik görevlisi bunu alışkanlık haline getirmez veya başka çıkarlar uğruna kullanmazsa,

3-) Ve en önemlisi, güvenlik görevlisi aynı anlayışı mini etekli bir genç kıza da gösterirse...

Ne zaman adam oluruz biliyor musunuz? Dindarlık ile dürüstlük ve namus kavramlarının birbiri ile hiç bir ilişkisi olmadığını kabul ettiğimiz zaman... İnsana insan olduğu için güvendiğimiz zaman... İnsanı dinine, tuttuğu takıma endeksli kategorize etmediğimiz zaman... Bizi yakından tanımasalar bile bize güvenmiş olanları hayal kırıklığına uğratmadığımız zaman...

8 Mart 2014 Cumartesi

KADINLARIMIZ

Rahmetli anneannem 1913 Beşiktaş doğumlu. Fanatik dişi kartal... Baba Hakkı (Yeten) ile Çırağan Yokuşu'nda top oynamışlığı var. 19 Mayıs gösterilerinde stada ilk kez şortla çıkan Beşiktaş Atatürk Kız Lisesi öğrencilerinden birisi. Annesi Selanik doğumlu, o zamanki evleri Atamızın evine kapıkomşu. Birlikte erik ağacına tırmanma hikayelerini dinleyerek büyüdüm. Siyah beyaz televizyonun yayına başladığı 70 li yıllarda "iyi akşamlar" diye bültene giren haber spikerlerine mutlaka "iyi akşamlar evladım" diye karşılık verirdi. "Beni duyamadıklarını biliyorum ama olsun adet yerini bulsun" derdi. Televizyonda maçları hiç kaçırmazdı. Kimi tutuyorsun diye sorduğumuz zaman "kara donluları" diye cevap verirdi çünkü siyah beyaz ekranda kalbi hep siyah şort ve beyaz forma giyen Kara Kartal için atardı. Sanırım 50 li yaşlarının sonuydu, evin koridorunda üst üste 4-5 takla attığını hatırlıyorum. Bir gece geç saate kadar eve dönmemişti, o zamanlar bırakın cep telefonunu evlerde sabit telefon bile yoktu. Dayılarım ve annem karakol, hastahane, çevrede ne varsa panik halinde aramaya başladılar. Gece yarısına doğru anneannem gayet sakin ve mutlu bir şekilde Kızıltoprak'taki evimize döndü. Kendilerini merakta bıraktığı için serzenişte bulunan ve nerede olduğunu soran 3 evladına bastı fırçayı, "bu yaştan sonra size hesap mı vereceğim be, bindim trene, Maltepe Stadı'nda lige terfi maçları vardı onları seyretmeye gittim" :))) İlk Milli maçımı 14 yaşında Selanik'te Yunanistan'a karşı oynadım. Seyahate çıkmadan önce "anneanne dua et Yunan'ı kendi evinde yenelim" dedim. Anneannem tebessüm etti, "orası bizim de evimiz evladım, hayırlısı olsun" dedi. O yaşta ne demek istediğini pek anlayamamıştım ama şimdi konuya detaylarıyla vakıfım. Bırakın Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ayırımını söz konusu milli maç bile olsa anneannem haktan, sportmenlikten yanaydı. Köklerimiz Selanik'teydi, orası Osmanlı toprağıydı. Devletler düşmandı ama halklar dost, hatta akrabaydı. Hiç yabancılık çekmedik Selanik'te, herkes Türkçe biliyordu. Maçı 63-60 kazandık, dönüşte beni ölüm döşeğinde bekliyordu, son kez yumuşacık yanaklarını okşadım, vedalaştık, göçtü, hayran olduğu çocukluk arkadaşı Baba Hakkı'yı beklemek üzere tribünlerdeki yerini aldı. Bazen galibiyetler bile hayırlı olmayabiliyor.

Annem de bir Beşiktaş taraftarıydı ama fanatik değildi, ağabeyimin ve benim oynadığım takımları da desteklerdi, az Galatasaray forması yıkamadı. :))) Amatör atletti... Evden çıkar köşede rujunu sürer, fularından havalı bir başörtüsü yapardı. Ağabeyimin de benim de hiçbir maçımızı kaçırmadı. Şeref tribününe gitmez seyircinin içinde otururdu. Taktik verecek kadar iyi bilirdi basketbolu, tribünlerden bağırışı hala kulaklarımda... "Ne zaman alacaksınız reboundları? Rebound almadan maç mı kazanılır?" "Eee tabi geri koşmazsanız yersiniz feast break leri" :))) Annem antrenörümüzün bile işine karışırdı, utancımdan kulaklarım kızarırdı. :))) Allah rahmet eylesin...

Eşim Taciser ÜLKÜ LEVENT hukukçu. Adalet etiği ve hakkın izinden şaşmayan bir avukat. Benim gördüğüm en iyi annelerden birisi. Çalışkan, becerikli, zeki, vatansever, çevresine ve ülke meselelerine duyarlı. Son derece sosyal ve etkileyici bir kadın.

Kızım doğuştan fanatik, yemin ederim biz ılımlı olsun diye gayret ettik ama Galatasaray diyor başka bir şey demiyor. Uçlarda olmak iyi değil, büyüyünce kendi kararını kendi verir diye düşünmüştüm ama yapacak bir şey yok... Elinde ay-yıldız dilinde Atatürk... Boyu 1.90 olacak, belki de gelecekte ay-yıldızı babası gibi göğsünde taşıyacak, ülkesini temsil edecek.

Neden mi bunları yazdım? Çünkü ben şanslı bir erkeğim. 4 nesildir hayatıma giren Cumhuriyet Kadınları bana çok şey kattılar. Allah Cumhuriyet Kadınlarını başımızdan eksik etmesin. Cumhuriyet Kadınlarının ve tüm dünya kadınlarının 8 Mart Kadınlar günü kutlu olsun. Bu vatana, bu dünyaya nice hayırlı evlatlar yetiştirmeniz dileğiyle...

12 Şubat 2014 Çarşamba

BEN BÖYLE BİR ŞAMPİYONLUK İSTEMİYORUM!!!

Bir Galatasaray Spor Kulübü Genel Kurul Üyesi ve taraftarı olarak bunları yazmak zorundayım. Bugün yazmalıyım ki yarınlarda aynı şey bizim kulübümüzün başına gelirse sesimizi yükseltmeye hakkımız olsun. Beyinleri uyuşturup, gözleri günün gerçeklerine kapatan fanatizmi bir kenara bırakın. Ezeli rakibimiz Fenerbahçe üzerinde oyunlar oynanıyor... Şimdi susup "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" derseniz, aynı yılanı koynunuza almış olursunuz. Tüm aklı başında Galatasaraylı, Beşiktaşlı ve spora gönül vermiş herkesi hep bir ağızdan sesini yükseltmeye davet ediyorum. " FENERBAHÇE'YE HAKSIZLIK YAPILIYOR, FENERBAHÇE KULÜBÜ ÜZERİNDE OYUNLAR OYNANIYOR!!! " İster yayıncı kurumun işi densin, ister paralel devletin işi densin, bu dava Türk Sporuna gönül veren herkesin davasıdır. Aklımızı başımıza alalım. ZAMAN BİRLİK ZAMANIDIR... Bir Galatasaraylı olarak, bu ve buna benzer oyunların acısını yüreğinde taşıyan eski bir profesyonel sporcu olarak ne hakkımın yenmesine razı olurum ne de haksız yere bir kupa kaldırmak isterim...